Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, “Bugün, ateş çemberinin ortasında yer alan ülkemiz, hala bir esenlik ülkesi olarak umut vaat etmeye devam ediyorsa, bunda pek çok sebebin yanında din eğitimini, din öğretimini ve din hizmetlerini başından beri ciddiye alarak bugünün dünyasında onu ikame etmeye çalışmasının payı asla göz ardı edilemez” dedi.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği 5. Din Şurası’nın açılışı Bilkent Otel Kongre Merkezi’nde gerçekleşti. “Günümüzde Yeni Dini Anlayışlar; Dini Bilgi, Eğitim ve Din Hizmetleri” konu başlıklarıyla düzenlenen Şura’da bir konuşma yapan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, “İslam dini, medeniyeti ve coğrafyasının bugün içinden geçtiği ve belki de tarihin bu en zorlu sürecinde bütün Müslümanların hayati meselesi, hiç şüphesiz, din konusunda doğru ve sahih bilgi üretimi meselesidir. Ölümlerin, vahşetin, dehşetin ve şiddetin tüm korkunçluğuyla yaşandığı İslâm coğrafyasının her şeyden önce doğru bilgiye, hikmetli söze ve derin irfana ihtiyacı bulunmaktadır. Bugün, kendisinden gururla bahsettiğimiz İslâm medeniyeti bilgi, hikmet ve marifetler yoğrularak iman, akıl ve ahlakla inşa edilmiştir” diye konuştu.
İslam âlimlerinin, entelektüellerinin ve bilim adamlarının omzundaki sorumluluğun büyük olduğunu kaydeden Görmez, şöyle konuştu:
“Bu sorumluluk, dini, gayr-i dini tasnifine girmeden, aklı ve vahyi karşı karşıya getirmeden ilim, hikmet ve marifeti ahlak, adalet ve merhametle mecz edecek bir bilginin üretimi, eğitimi ve öğretimi mevzuunu daima bir mesele, bir dert ve bir gaye haline getirmektir. Aksi takdirde ‘İslam medeniyeti’ söylemleri sadece geçmişle avunmanın ve çağımızda yaşananlara karşı bir savunmanın ötesine geçemeyecektir. Bugün, ateş çemberinin ortasında yer alan ülkemiz, hala bir esenlik ülkesi olarak umut vaat etmeye devam ediyorsa, bunda pek çok sebebin yanında din eğitimini, din öğretimini ve din hizmetlerini başından beri ciddiye alarak bugünün dünyasında onu ikame etmeye çalışmasının payı asla göz ardı edilemez. Bu konularda her ne kadar ülkemizde zaman zaman bazı kırılmalar yaşanmış olsa da din eğitimi ve din hizmetleri diğer İslâm ülkelerine nazaran çağımız koşullarında daha sağlıklı bir zeminde seyretmektedir. 14 asırlık bilgi ve medeniyet birikimiyle doğru ilişkiler kuran, Kerim Kitab’ın ayetleriyle tabiatın ayetlerini asla birbirinden ayırmayan, din bilimleriyle fen ve sosyal bilimlerini, ilahiyat eğitimiyle hikmet ve felsefeyi birlikte veren bir eğitim anlayışının ve kurumların varlığı, hiç kuşkusuz bu zemini bizlere sağlamıştır. İmam hatip liseleri ve ilahiyat fakülteleri gibi eğitim kurumlarımızda üretilen bilgiyi toplumun ve insanlığın istifadesine sunan Diyanet İşleri Başkanlığımızın varlığı, gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında barış, güven ve huzur vesilesidir.”
“DİYANET CAMİASI OLARAK VE İLAHİYAT CAMİASI OLARAK BU BÜYÜK SORUMLULUĞU HAKKIYLA İFA EDEBİLMEK İÇİN KENDİMİZİ HER AÇIDAN YENİLEMEK VE HİZMET KALEMLERİMİZİ GELİŞTİRMEK ZORUNDA OLDUĞUMUZUN BİLİNCİNDEYİZ”
Ülkemizin en küçük yerleşim birimlerinden büyükşehirlere, Afrika’nın uçlarından Latin Amerika ve Karayip Adaları’na kadar yerkürenin hemen her yerine gerek yurt dışındaki millet varlığına, gerek gönül coğrafyasına ve gerekse dünya Müslümanlarına götürülen hizmet ve faaliyetlerin Başkanlığı küresel ölçekte hizmet sunan uluslararası bir kurum hâline getirdiğini bildiren Görmez, “Bu durum, ülkemiz için hem büyük bir imkân ve fırsat, hem de bizleri iman ve aşkla coşturan çok önemli bir husustur. Ancak itiraf etmek isteriz ki, 14 asırlık büyük bir mirası günümüze taşıma, onu bilme, doğru anlama ve yorumlama; yaşadığımız çağın devasa sorunlarını çözme ve gelecek nesillerin ihtiyacına göre yeni bir medeniyet inşa etme hususlarını dikkate aldığımızda halihazırda ürettiğimiz bilgi ve sunduğumuz hizmetleri yeterli görmek mümkün değildir. Bugün, ülkemizin gerek bölgemizde, gerek gönül coğrafyamızda ve gerekse tüm dünyada bir umut olması, diğer konularda olduğu gibi dinî-ilmî sahalarda da bir başvuru mercii haline gelmesi, çabalarımızı, çalışmalarımızı, kurum ve müesseselerimizi yeniden gözden geçirmemizi zorunlu kılmaktadır. Diyanet camiası olarak ve ilahiyat camiası olarak bu büyük sorumluluğu hakkıyla ifa edebilmek için kendimizi her açıdan yenilemek ve hizmet kalemlerimizi geliştirmek zorunda olduğumuzun bilincindeyiz. İşte ‘Günümüzde Yeni Dinî Anlayışlar; Dinî Bilgi, Eğitim ve Din Hizmetleri’ başlığını taşıyan 5. Din Şurası’nı bu saiklerle toplamış bulunuyoruz” ifadelerini kullandı.
“BUGÜN HER NE ŞEKİLDE OLURSA OLSUN İSLÂM’I ANLAMA VE YAŞAMA BİÇİMLERİ BİR ŞEKİLDE TARİHSEL KÖKLERE DAYANMAKTADIR”
“Günümüzde yeni dini anlayışlar derken bugün, hem İslâm toplumlarının karşı karşıya kaldığı çatışmalara mesnet teşkil eden farklı dinî anlayışları, hem de İslâm’ın evrensel mesajlarını görmezden gelerek kendi dar kalıpları doğrultusunda İslâm’ı temsil etme iddialarını kastetmekteyiz” diyen Görmez, “Bugün, her ne şekilde olursa olsun İslâm’ı anlama ve yaşama biçimleri bir şekilde tarihsel köklere dayanmaktadır. Ancak hemen ifade etmek isterim ki, medeniyetimizin harici ve dâhili sadmelerin etkisiyle kırılmalar geçirdiği uzun yıllarda sömürgelerin, istilaların, işgallerin ve istibdatların gölgesinde oluşan yaralı bilinçler, tercih ettikleri yol ve yöntemlerle uç noktalara savrulmuşlardır. Bunun bir nedeni de çağımızın egemen bilgi üretim mekanizmalarının, bilgiyi gücün ve hakikatin yegâne kaynağı olarak görmesi, pozitivist eğitim anlayışının bir şekilde dini anlama biçimlerine de yansımasıdır. Bütün bunların neticesinde oluşan bilinçler, farklılıkları yok kabul etmekte ve kendisi gibi düşünmeyenleri kolayca hakikatin dışına itebilmektedir” dedi.
Şura’ya giriş mahiyetinde bu anlayış, tutum ve duruşları kısaca özetlemek istediğini belirten Görmez, şunları kaydetti:
“Modern zamanlarda ortaya çıkan nevzuhur dini tezahürlerden birisi var ki; İslam’ın cihanşümul hak ve adalet anlayışına, sevgi, şefkat ve rahmet mesajına gölge düşürmüş, medeniyet yürüyüşünü sekteye uğratmış, Batı dünyasında İslamafobik korkuların oluşmasına sebep olmuş ve medeniyetler arası çatışma üretmek isteyen görüş ve çıkar odaklarının aracı haline gelmiştir. Tarih boyunca İslam medeniyetinde egemen olmayan, şaz ve marjinal kalan bu anlayış, önceleri tamamen selefe ve dini metinlere bağlılığı ifade ederken, Moğol istilasıyla birlikte bir zemin bularak bir eylem ve hareket alanına dönüşmüştür. Daha sonraları Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde dahili ve harici etkenlerle siyasal bir zemin bularak varlığını korumuş, hatta bazı devletlerin ideolojisi haline gelmiştir. Afrika sömürgeleri, Afganistan işgali, Bosna ve Çeçenistan savaşları, Körfez Savaşı ve Irak işgali gibi İslam dünyasının dini ve kültürel fay hatlarını sarsan büyük acılardan sonra bu anlayış sömürge, şiddet, savaş, işgal ve istibdatlerin gölgesinde yetişen yaralı bilinçlerin ve ölümcül kimliklerin hatta Batı’da varlıkları ve kimlikleri yok sayılarak ötekileştirilen genç kuşakların, uğruna canlarını verdikleri ve insanları hunharca katlettikleri bir kurtuluş ideolojisine dönüşmüştür. İslam dünyasının sorunlu bölgelerinde varlığını kuvvetlendiren bu anlayış İslam’ın ilk fitne hadiselerinde ortaya çıkan harici unsurların düşünce, tavır ve diliyle birleşince bugün itibariyle İslam için ve İslam toplumları için en büyük sorun haline gelmiştir. Bu anlayışa göre hakikat ‘selef’ adı verilen sadece ilk üç neslin inhisarındadır. Ancak zamanla modernitenin etkisiyle ihdas ettikleri kendi hakikatlerini, ilk üç mübarek nesle izafe ettiklerinin farkında değildirler. Kendi hakikatlerine ve dini anlayışlarına inanmayanları, İslâm’ın ana yolunun tarih boyunca prensibi olan ‘ehl-i kıble tekfir edilmez’ düsturunu yok sayarak kolaylıkla tekfir eden bu zihniyet, kendi dışındaki bütün inanış ve mezheplerle savaşmayı cihat olarak kabul etmeye başlamıştır. Bunlara göre halefin, yani sonraki nesillerin Kur’an ve sünnet yanında akla, re’ye, içtihada yer veren dini anlama metotları geçerli değildir. Doğrudan naslara başvurmak yerine fıkhi konularda farklı metot takip ederek oluşan mezhepler ve tarih boyunca medeniyet üreten bütün düşünce okulları ehl-i bidat; irfan geleneğimizin derunî dini tecrübesini yaşayan bütün tasavvuf mektepleri de ehl-i dalalettir. Bütün tekkeler, zaviyeler, türbeler, tarihi eserler, yıkılması ve tahrip edilmesi gereken birer şirk unsuru olarak kabul görmüştür. Bu düşüncede Allah’ın cemal sıfatının bir tezahürü olarak İslâm medeniyetinin var ettiği bilim, sanat, estetik, edebiyat, bediiyyat ve mimarinin herhangi bir yeri yoktur. Dini metinleri birer kanun metni gibi algılayan, Kur’an’la ilişkisi lafzi ve harfi, sünnetle ilişkisi zahiri ve şekli olan, Allah’ın insana bahşettiği akıl ve istidatları vahyin karşısına koyarak reddeden bu anlayış tarih boyunca İslam’ın ana yolunu temsil eden ehlisünneti kendi tekeline alarak diğer bütün mezhepleri ötekileştirerek mezhep çatışmalarına zemin hazırlamış, medeniyet içi bir çatışma isteyen siyasal mühendisliklere hizmet eder hale gelmiştir. Ayrıca bu anlayış, ibadetlerdeki içtenliğin yaşanması, Allah sevgisinin mahlûkata şefkat olarak yansıtılması, yaratılanın Yaratan’dan ötürü hoş görülmesi, insanları rahatsız ve huzursuz etmekten sakınılması gibi ahlaki hassasiyetlerin kaybolup gitmesine, onun yerine din adına baskı, şiddet ve zulüm üretilmesi gibi yanlış sonuçlar doğurmuştur. Başından beri İslâm medeniyetinin bir emaneti olarak kabul edilen ve Müslümanlarla birlikte yaşama ahlakı ve yaşama hukuku çerçevesinde iç içe olan ehl-i kitap ve diğer dini azınlıklar üzerinde korku üreten bu zihniyetten dolayı ne yazık ki barış ve esenlik dini olan İslâm, şiddet ve terörle yaftalanmaya, İslam toprakları da selam ve eman yurdu olmaktan uzaklaşmaya başlamıştır.”
“BİLİNMELİDİR Kİ İSLAM’DA AKIL VE İRADE MÜKELLEF OLMANIN EN BAŞTA GELEN ŞARTIDIR”
İslam medeniyetinde ve günümüzde üzerinde çokça konuşulan ve tartışılan bir başka anlayışın da tasavvufla ilgili olduğunu ifade eden Görmez, “Daha çok kişinin kendi nefsini tezkiye etmesi ve ferdin ıslahından cemiyetin ıslahına ulaşılması üzerine kurulan bu anlayış, başından beri toplumsal bir olgu olarak tarihimizde var olagelmiştir. İlk fitne dönemlerinde din eksenli siyasal çatışmalardan uzaklaşan ve daha sonraları özellikle Emevî saltanatının güç ve çıkar ilişkilerine bir tepki olarak deruni dini tecrübeyi bir yol ve yöntem olarak ve de dünyevileşen İslam algısı karşısında uhrevi boyutu öne çıkaran bu tecrübe, dinin ihsan boyunu öne çıkarmış, zühd ve takvayı esas almış, Allah’ın murakabesini tüm iş ve anlayışlarına temel kılmıştır. İnsan fıtratında böyle bir dini tecrübeye ilgi yadsınamaz. Bu tecrübe, her zaman Kur’an ve sünnet çizgisinde kaldığı müddetçe insanın kendisini otokontrol ihtiyacı olarak söz konusu olmalıdır. Ancak bu tecrübenin kişisel olduğu, herkesi bağlayıcı olmadığı da bilinmelidir. Zira bu tecrübe, dinin doğru bilgisinden koptuğu takdirde kolayca sübjektif bir hale evrilebilmekte, eğitim ve pedagoji açısından da istismara dönüşebilmektedir. Bilhassa tasavvufi düşüncenin kurumsallaşmasıyla oluşan yapılar, zaman zaman teorik çerçevelerinin dışına çıkarak etki alanlarını güçlendirme adına pragmatizme kayabilmekte ve varlıklarının devamı için dünyevi kaygılarla hareket edebilmektedir. Burada bireyin güç ve çıkarından ziyade kurumsal güç ve çıkar, bütün hakikatin önüne kolayca geçebilmektedir. Dinin sahih bilgisini referans almaktan ziyade kişilerin sübjektif görüş ve rüyaları önemli bir bilgi kaynağına dönüşebilmektedir. Bilinmelidir ki, İslam’da akıl ve irade mükellef olmanın en başta gelen şartıdır” şeklinde konuştu.
“Modern zamanlarda yeryüzü ahalisinin topyekûn içine sürüklendiği maddiyat düşkünlüğü, güç ve çıkar tutkusu, tüketim iştahı ve aşırı dünyevileşme olgusu karşısında insanların manevi ihtiyaçlarını karşılamak için bir sığınma limanı olarak görülen bu yapılar, zamanla dünyevileşme meyilleri ve hâkimiyet çabalarıyla tartışılır hâle gelmişlerdir” ifadesini kullanan Görmez, “İslâm’ın rahmet mesajlarının yeryüzüne yayılmasında, medeniyetimizin sevgi, aşk ve merhamet boyutunun öne çıkmasında, Anadolu’nun ve Balkanlar’ın İslâmlaşma sürecinde işlevi yüksek olan irfan geleneğimizin ve tasavvufi ekollerin günümüz tezahürlerinin tarihsel misyonlarına uygun şekilde kendi iç muhasebelerini yapmaları elzemdir. Bugün, tarihsel referansına uygun olmadığı halde bu yapıların bir kısmı başkalaşarak varlığını devam ettirmektedir dünyanın muhtelif yerlerinde. İhvanlık hali İslâm’ın özündeki uhuvveti zedelemeden, tekkenin varlığı İslam’ın varlığının önüne geçmeden, kişinin aklını ve iradesini bir başkasına teslim etmeden bu tecrübenin zühd, takva ve ihsan boyutunda yaşanması başta Müslümanlar olmak üzere bugünün dünyasında herkes için manevi bir ihtiyaçtır” dedi.
Üzerinde durulması gereken bir olgunun da özellikle bütün dünyayı kurtarma iddiasıyla ortaya çıkan ve mega idealler peşinde koşarak bir misyon edasıyla hareket eden dini yapılar olduğunu belirten Görmez, “Bu tarz yapıların, özellikle sömürgecilik döneminden itibaren başlayan, çağımızda da bir hayli etkili olan kilise tarihinde görüldüğü bilinmektedir. Dünyaca ünlü sosyologumuz Prof. Dr. Şerif Mardin bu tür yapıların iç teşkilatlanmasını hiç çözemediğini, şimdiye kadar kullanılan sosyolojik metotlarla araştırılmaya müsait olmadıklarını ifade etmektedir. Başlangıçta bir kişi etrafında oluşan bu hareketler, zamanla kendi içinde bir yapıya, bir söyleme, bir gayeye ve büyük bir hedefe dönüşmektedir. Dini referanslar ve peygamberlerin mücadelesi dahi daha çok araçsal bir boyut kazanan bu hareketlerde başarıya endeksli olmak büyük bir gaye olarak kabul edilmektedir. Şahıs merkezli bu hareketlerde ahireti kazanma karşısında akıl ve vahiy devre dışı bırakabilmekte, körü körüne itaat kültürüyle iradeler teslim alınabilmektedir” ifadelerini kullandı.
“BİLİNMELİDİR Kİ İSLÂM’A GÖRE HAKİKAT HİÇ KİMSENİN TEKELİNDE DEĞİLDİR”
“Bilinmelidir ki İslâm’a göre hakikat hiç kimsenin tekelinde değildir” diyen Görmez, “Mümine düşen görev, hakikate sahip olmak, hakikati avucuna almak ve insanları kendi hakikatine davet etmek değil, daima hakikatin yolunda olmaktır. Elbette İslâm yardımlaşma ve dayanışmayı esas alan bir ahlak doğrultusunda birlik olmayı, cemaat oluşturmayı ve tüm Müslümanların ortak hedef, ortak gaye ve ortak idealde birleşmelerini ister. Ancak Kur’an, dini fırkalara bölenleri ve kendinden başkasına cenneti layık görmeyenleri Hıristiyanlık ve Yahudilik anlayışını örnek vererek zemmeder. İslâm’ın daveti ve tebliği aşikârdır. Meşru olan gayeye hiçbir zaman gayr-i meşru yöntemlerle ulaşılmaz. Hile yapmak, şantaj uygulamak, desise oluşturmak ve fitne çıkarmak İslami ahlakın asla tasvip etmeyeceği hususlardır. İslam fitneyi savaştan beter görür. Dini, kişilere ve anlayışlara hasretmeyi değil, Allah’a has kılmayı ve tüm eylemlerin sadece O’nun rızasına uygun olmasını ister” diye konuştu.
“İSLÂM, HİÇ KİMSENİN DİNİ BİR ÇIKAR ARACI HALİNE GETİREREK BİR GÜÇ VE İKTİDAR ARZUSUNA DÖNÜŞTÜRMESİNE ONAY VERMEZ”
İslam dininin hak, hukuk ve adalete dayalı faziletli ve ahlaklı bir toplum inşa etmeyi istediğini söyleyen Görmez, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Bunu bir dini sorumluluk ve vecibe olarak görür. Bu anlamıyla İslam sadece bireysel ritüellerin ikamesine dayalı dini vazifelerin yapılmasını isteyen bir din değildir. İslam hem bu dünya hem de ahiret hayatının saadet ve mutluluğunu esas alır. İslam’a göre dünya ahretin tarlasıdır. Cennet tohumlarını dünyada ektiğimiz bir bahçe, cehennem ateşini bu dünyadan götürdüğümüz bir ocaktır. İslam’ın ibadet anlayışı bütün yapıp ettiklerimizi ve tüm amellerimizi kapsar. Ubudiyet, kişinin yaratıcıyla, kendisiyle, yaşadığı toplumla ve tabiatla olan ilişkisinin toplamıyla ilgilidir. Bu anlamıyla toplumsal sorunlarla ilgili olarak Müslümanlığın bir parçasıdır. Toplumsal iş ve eylemlerde hakkı, hukuku ve adaleti esas almak Allah’ın rızasını kazanmanın bir gereğidir. Hiçbir kişisel menfaat, bu rızanın kazanılmasının üstünde görülemez. Toplumsal birliğin ve beraberliğin en önemli ortak paydası dindir. İslâm, hiç kimsenin dini bir çıkar aracı haline getirerek bir güç ve iktidar arzusuna dönüştürmesine onay vermez. Hâl böyle iken bugün İslâm dünyasında Din-i Mübin-i İslâm’ın, zaman zaman her türlü saltanatı, gayr-i meşru yönetimleri, hatta askeri darbeleri meşrulaştırıcı bir araç olarak kullanılması esef vericidir. İslâm’ın kişisel siyasal araç haline getirilmesi ve bir ideolojiye indirgenerek algılanması dinin özünü ortadan kaldırır. Elbette İslâm’ın siyasetle ahlak düzleminde, dini özgürlükler bağlamında ve başkalarının inancına müdahale etmeme anlayışında bir ilişkisi vardır. Ancak İslâm, siyasi bir parti programına indirgenemeyecek kadar büyük ve yücedir. Başında İslâm dahi olsa siyasetin pragmatist, makyavelist ve başarmak için her şeyi meşrulaştırıcı tavrı İslam’la bağdaşmaz. Modern zamanlarda demokrasinin getirdiği siyasal bir zeminde bu durum, yeni bir takım siyaset teorilerini var etmiş ve yeni anlayışlar ortaya çıkarmıştır. Bu bağlamda tartışmaların İslam dünyasında var olduğu da bir vakıadır.”
Tarih boyunca ve günümüzde din eğitimi, öğretimi ve dini hizmetlerin toplumun ihtiyaçları doğrultusunda bir şekilde karşılandığını belirten Görmez, “Özellikle modern devlet birimlerinin oluşmasıyla birlikte günümüzde bu hizmetlerin nasıl yapılacağı hususu hep tartışılmıştır. Gerek tarih içinde toplumun bir şekilde karşıladığı bu hizmetler, Cumhuriyet’in ilanından sonra ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülmektedir. Bugün, İslam coğrafyasının birçoğunda din-devlet-toplum ilişkileri bağlamında arayışlar hala devam etmektedir. Din hizmetlerinin nasıl olacağı konusu Diyanet örneğinde Türkiye uygulamasıyla bir model teşkil etmektedir. Diyanet’in yapısı Hıristiyanlıkta olduğu gibi bir kilise yapısı değildir. İslâm, bu anlamda bir dinsel kurumu tasvip etmez. Diyanet ve din hizmetleri teolojik bir din kurumu olmanın ötesinde sadece bir bilgi, hizmet ve eğitim kurumudur. Toplumun dini ihtiyaçlarını ve yaygın din eğitiminin karşılanmasını esas alır. Bunun yanında sivil İslami hizmet yapıları da varlığını hep devam ettirmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığımız son yıllarda söz konusu sivil yapılarla iyi ve doğru ilişkiler kurmayı, onları himaye etmeyi, onlara destek olmayı, tecrübelerinden istifade etmeyi, milletimize hizmet yolunda birlikte hareket etmeyi prensip edinmiştir” dedi.
"DİNİ KURUMLARIN MÜSLÜMAN KİMLİĞİNİ OLUŞTURMADA, KORUMADA VE GÜÇLENDİRMEDE, BU KİMLİĞE SÜREKLİLİK KAZANDIRMADA, ZEDELENEN KİMLİKLERİ İMAR ETMEDE BÜYÜK ROLÜ VARDIR"
Dini fikirlerin, görüşlerin ve düşüncelerin tarihte olduğu gibi günümüzde de farklılıklar arz edeceğini kaydeden Görmez, “Dini kurumların, Müslüman kimliğini oluşturmada, korumada ve güçlendirmede, bu kimliğe süreklilik kazandırmada, zedelenen kimlikleri imar etmede büyük rolü vardır. Ancak bu kurumlar, sağlam bilgi üreten mekanizmalara sahip değillerse, kadroları meslekî yeterlilik ve ahlâkî ilkeler bakımından donanımsız ise, temsil zafiyeti yaşıyorlarsa, maddî kaynakları ve kurumsal yapıları sağlıklı bir temele oturmamışsa topluma yarardan çok zarar getireceklerdir. Bu sebeple dinî kurumlar, mutlaka dinî bilgi üreten mekanizmalara sahip olmalı ve bunları sürekli yenilemelidir. Yenilenen sahih bilgiyle Müslüman kimliğini sürekli takviye etmek, dinî kurumların vazgeçilmez görevi olmalıdır. Bu noktada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da bir özeleştirisini yapmak zorundayız. Başından beri sağduyulu halkımızın büyük teveccühünü kazanan Başkanlığımız, taşıdığı önemi tam anlamıyla kavrayabilmiş midir? Din görevlilerimiz, memuriyeti hakkıyla yerine getirmenin ötesinde bir şuurla “din gönüllüsü” olabilmiş midir? Toplumun sadece ibadetiyle, nikahıyla ve cenazesiyle değil, aynı zamanda çocuğuyla, kadınıyla, yaşlısıyla, derdiyle, fakiriyle, hastasıyla, mahkumuyla, sokağa terk edilenleriyle beraber olmayı başarabildik mi? Din tanımımızı revize etmekle din hizmetimizi hayatın her anına ve her alanına ulaştırma idealimize yaklaşabildik mi? Bu vesileyle rahmetle yad etmek istediğim Nurettin Topçu’nun ‘Din adamını, her sefaletin ve ızdırabın barındığı yerde arayıp bulmalıyız. Hastanede, hapishanede, muzdarip işçinin yanında, yalnız ve sahipsiz yaşayanların başucunda o bulunmalıdır. O insan hareketlerinin uzanabildiği her yerde görevlidir. Gerçek din adamı bağrı başlu, gözü yaşlu hizmet ehli, varlığından soyulmuş ve hayat kervanının en sonunda yürüyen bir neferdir. Kavuklular değil, kalpliler din adamlarıdır. Kalabalıktan değil Allah’tan kuvvet alacaktır, yalnızlığı ile Allah’ın saltanatına sığınacaktır. Allah’ın kullarına hizmetin, Allah’a hizmet olduğunu bilendir’ şeklindeki harikulade tasvirinde kendimizi bulabildik mi?” şeklinde konuştu.
Kaynak: iha