Süper Lig Hasan Doğan Sezonu'nun ilk yarısına damgasını vuran isimlerden biri olan Kasımpaşa'nın gurbetçi yıldızı Eren Derdiyok, ligin ikinci yarısından da umutlu konuştu.

Süper Lig'in ilk yarısında ortaya koyduğu futbol ve attığı gollerle adından sık söz ettiren, hatta 'Kasımpaşa'nın Eren'i var o yüzden Derdiyok' dedirtten golcü oyuncu 'Rövaşataların efendisi' olarak da atlandırılıyor.

14-15 yaşlarında geçirdiği kayak kazası belki de futbol kariyerini başlamadan bitirecekken, olaylara pozitif yaklaşımı ve azmi sayesinde ileriki yıllarda Bundesliga’ya kadar yükselen Eren Derdiyok, Ülkemize ayak basar basmaz yaşadığı ciddi sakatlıktan da aynı şekilde geri döndü. Yaklaşık 1 sene futbol oynayamadıktan sonra Süper Lig’de bu sene fırtınalar estiren başarılı golcü, inşaatlarda işçilik yaptığı günleri de barındıran hikâyesini anlattı.

Türkiye Futbol Federasyonu Basın Departmanı'nın hazırladığı TamSaha dergisinden Aydın Güvenir’e konuşan Eren Derdiyok, "13-14 yaşlarında ciddi bir kayak kazası geçirdim. Durum o kadar ciddiydi ki felç olma ihtimalim bile vardı. Bu dönemde futboldan uzak kaldım. Kilo almaya başladım. Ama hocam Santino Cambria’nın desteğiyle futbola döndüm ve bir sezonda 40-50 civarında gol attım. O sene bir dönüm noktasıydı." derken, İsviçre'de aldığı alt yapı eğitimini de şöyle anlattı:

"Basel’in altyapısındayken bir taraftan da elektrikçi olarak inşaatta çalışıyordum. Henüz futbolcu olup olmayacağım belli değildi ve bir şekilde de bir meslek edinmek zorundaydım. Haftanın her günü öğlen 3’e kadar çalışıyor, ardından da idmana gidiyordum. 6’ncı ayın sonunda sözleşme yapmaya karar verdiler ve işi bıraktım.

Bayer Leverkusen’de forvetlerden Helmes’in sezon başında sakatlanmasıyla bana da kadroda yer açılmıştı. O sezon efsane hoca Jupp Heynckes de takımın başına getirilmişti. Onunla çok iyi anlaştık. Bana değer verdi ve güvendi. Kiessling’le birlikte oynadım. O kadar uyum yakaladık ki, ilk yarı sonunda Bundesliga’nın en başarılı forvet ikilisi seçildik."

Almanya'da Bundesliga’da top koşturmanın zorluğunu, forma kapma yarışında yaşadıklarını da anlatan Eren Derdiyok, "Leverusen’deki ikinci sezonun başında Kiessling ciddi bir sakatlık geçirdi. Bu da takımın değişmez forveti olmamı sağlamıştı. Aslında bu benim için hem iyi hem de kötü bir durumdu. Çünkü forvette tek kalınca, rekabet şansı da kalmadı. Üçüncü sezonumda Heynckes’in ayrılması ve Robin Dutt’un gelmesiyle ise düzenli oynayamamaya başladım." diyerek, Kasımpaşa'ya transferini ise şöyle anlattı:

"Leverkusen ve Hoffenheim’da iki sezon boyunca yaşadığım sıkıntıların ardından, kariyerimde yeni bir başlangıç yapmak istiyordum. Kasımpaşa da hedefleri olan bir kulüptü. Kadroda tanıdığım oyuncular da vardı. Bana yeni başlangıç imkânını sundu kulüp. Ben de kulübü ve takımı takip ettim bu süreçte ve kendimi buraya yakın hissettim.

Sakatlık süresince futbol oynamanın kıymetini daha da iyi anladım. Eskisi gibi sahalara döneceğim deseniz de tedavi ve güçlenme aşamasında zorlandıkça hep kendinizi sorguluyorsunuz 'Eskisi kadar kuvvetli olabilecek miyim, şutlarım aynı oranda ve sertlikte olacak mı?' diye. Ama asıl önemli olan bunları hiçe sayarak tamamen pozitif anlamda düşünmek. Belki de geçen sezon direkt oynasaydım bu kadar başarılı olamayacaktım."

Türkiye'de futbol oynamanın zorlukları, seyircilerin durumu ve futboldaki idollerini de anlatan Eren Derdiyok, "Türkiye’de maalesef stadyumlar çok boş. Bu kadar futbol potansiyeli olan bir ülkede, stadyumların boş olması üzüntü verici. Diğer oynadığım ülkelerde stadyumlar hemen hemen her maç tamamen doluyordu. Seyirci, oyunda futbolcuyu etkileyebiliyor bazen. Özellikle maçın son dakikalarında verdikleri destekle." diyerek, şunları söyledi:

Ben Brezilyalı Ronaldo ve Cristiano Ronaldo ile büyüdüm. Onların maçlarını izledim sürekli. Bazen idmanlardan sonra çeşitli frikik ve şut çalışmaları yapıyorum. Onların çektiği şutları deniyorum. Bunları becerebildikten sonra da yavaş yavaş maçlarda deniyorum. Onları izleyerek kendime bir şeyler katmaya çalışıyorum.

İsviçre A Millî Takımı’na baktığınıza aslen İsviçreli olan sadece 3-4 oyuncu olduğunu görürsünüz. Benim gibi Türk kökenliya da Arnavut veya Afrika kökenli oyuncular bulunuyor takımda. Farklı kökenlerden oyuncuların artmasının takıma bir çeşitlilik ve daha farklı bir kalite getirdiğini söyleyebilirim.

Türkiye çok iyi oyunculara sahip bir takım. Türkiye’yi takım olarak çok beğeniyorum. Stres dolu maçlarda iyi sonuçlar almak çok önemli. Karakter göstermeden olabilecek şeyler değil bunlar ve Türkiye’de de bu var. Bu özelliğin, finallerde de Türkiye’nin kritik maçlarında etkili olacağını düşünüyorum."

Eren Derdiyok'un TamSaha'ya verdiği röportajın ayrıntıları ise şöyle:

Futbola başlamadan önceki yaşamınla ve futbola başlama nedeninle başlayalım istersen röportaja…
Annem ve babam zamanında ayrı ayrı olarak İsviçre'ye göç etmiş ve orada tanışmışlar. Ben de orada doğup, büyüdüm. Futbola da 3.5-4 yaşındayken Basel'de başladım. İlk kulübüm Old Boys'tu. Futbol topuyla ise ilk tanışmam abimle birlikte oldu. Bir gün evden çıktık, bir top aldık ve semtimizdeki Old Boys Stadı'na gittik. Stadın yan tarafında bir halı saha vardı. Abim beni kaleye geçirdi. Ben de hiç bilmiyordum tabiî, kalecilik nasıl yapılır. İlk şutu çekti abim, ben ise şut sırasında kale çizgisinin arkasında durduğum için otomatik olarak yedim golü. Orada ''Benden kaleci olmaz'' dedim (gülüyor). Ondan sonra sahaya çıkıp topla oynamaya başladım ve yeteneğim olduğunu fark edince de kendimi geliştirmeye başladım. O yaşta, futbola bir yatkınlığım olduğu belliydi yani.

Tüm çocukluğun Old Boys'ta geçtikten sonra 17-18 yaşlarında Basel'e transfer oldun…
Dediğiniz gibi tüm çocukluğum Old Boys'ta geçti. Bu dönemde başıma, tüm kariyerimi etkileyecek çok önemli bir olay geldi, önce onu anlatmak istiyorum. 13-14 yaşlarında okulumuzun götürdüğü bir seyahatte ciddi bir kayak kazası geçirdim. Bildiğiniz gibi İsviçre'de kayak son derece popüler. Belimden sakatlanmıştım o kazada, hatta durum o kadar ciddiydi ki felç olma ihtimalim bile vardı. Neyse ki; felç gibi ciddi bir durum olmadı ama sakatlıktan dolayı bu dönemde futboldan uzak kaldım. Kilo almaya başladım. Futboldan giderek uzaklaşıyordum yani. Ama o dönem oynadığım takımın başına Santino Cambria isimli bir hoca geldi ve hem sakatlığımı atlatmam hem de çalışmam için benimle yakından ilgilendi. Onun desteğiyle yeniden futbola döndüm ve döner dönmez kendi takımımda bir sezonda 40-50 civarında gol attım. Kendi yaş grubumuzda da İsviçre şampiyonluğunu kazandık. Kısacası o sene hem yaşamım hem de futbol kariyerim için bir dönüm noktasıydı. Sakatlıktan sonra gösterdiğim bu yükseliş sayesinde de Basel'in U16 kadrosuna çağrıldım. Ancak, altyapıya çağrıldıktan sonra beni denediler ve kadroya almadılar. Ben de Old Boys'a geri döndüm ve aynı performansı göstermeye devam ettim. A takıma kadar yükseldim genç yaşta. Takım, o dönem 2. Lig'de mücadele ediyordu. O sezon tesadüf eseri Basel'le kupa maçında karşı karşıya geldik ve 6-1 kaybettik. Takımın tek golünü ise ben kaydetmiştim. Ondan sonra yine beni takibe aldılar ve yeniden Basel'in altyapısına çağrıldım. Tekrar Basel'e geldiğimde, geçen sefer kadroya almasalar da beni takip ettiklerini ve kendimi daha da geliştirecek miyim yoksa pes mi edeceğim, bunu görmek için ilk süreçte kadroda yer vermediklerini söylediler. Dolayısıyla, Old Boys'a geri döndüğüm dönemde sınavı geçmiştim diyebiliriz. Basel'in altyapısında oynamaya başladığımda, bir taraftan da elektrikçi olarak inşaatta çalışıyordum. Çünkü o dönem, henüz profesyonel olarak futbolcu olup olmayacağım belli değildi ve bir şekilde de bir meslek edinmek zorundaydım. Ancak çalışırken aynı zamanda idmanlara gitmek de oldukça zor oluyordu. Haftanın her günü öğlen 3'e kadar çalışıyor, ardından da idmana gidiyordum. Bu süreç, 6 ay boyunca sürdü. 6'ncı ayın sonunda da takım bana sözleşme yapmaya karar verdi ve işi bıraktım. A takımla birlikte kampa gittim ve önemli takımlara karşı oynadığımız iki hazırlık maçında da gol kaydettim. Kısacası, 6 ay boyunca çok yorgunluk verici günler geçirdim ama dişimi sıktım ve sonunda başarıya ulaştım. Bu da hem hayatım hem de futbol kariyerimde önemli bir dönüm noktasıydı benim için. Geriye dönüp baktığımızda şunu diyebilirim ki; hep inandım ve çalışmayı hiç bırakmadım. Sonuç olarak da ödülünü aldım.

Basel'in A takımında geçirdiğin süreci ve burada gösterdiğin başarılarla çok daha üst bir lig olan Bundesliga'ya transfer oluşunu anlatır mısın?
İlk dönemlerde Basel'de oyuna yedekten dâhil oluyordum. Zaman geçtikçe düzenli olarak oynamaya başladım ve kritik maçlarda goller kaydettim. Bu da insanların dikkatini daha çok çekmeme sebep oldu. Bundesliga ekiplerinden Bayer Leverkusen de benimle ilgilenen takımlardan biriydi. Burayı seçme nedenim hem önemli bir kulüp olması hem takımın hedefleri hem de oyun yapısının Basel'e benzemesiydi. Aslında transfer olduğum zaman kulübün düşüncesi ilk sene Bundesliga'ya alışma sürecimi sağlıklı bir şekilde geçirmemdi. Ancak takımın forvetlerinden Patrick Helmes henüz sezon başı kamp döneminden önce tatildeyken ön çapraz bağlarını koparmış. Takımın diğer forvetleri ise Kiessling ile Gekas'tı. Bana da böylelikle sezon başında kadroda yer açılmıştı. O sezon efsane hoca Jupp Heynckes de takımın başına getirilmişti. Onunla çok iyi anlaştık. Bana değer verdi ve güvendi. Helmes'in sakatlığı ve Heynckes'in desteği ile Bayer Leverkusen'de ilk sezonumda Kiessling ile birlikte oynadım. O kadar uyum yakaladık ki, ilk yarı sonunda Bundesliga'nın en başarılı forvet ikilisi seçildik. Dolayısıyla Bundesliga'ya çok iyi bir giriş yaptım diyebilirim. İkinci sezonun başında da Kiessling ciddi bir sakatlık geçirdi. Bu da takımın değişmez forveti olmamı sağlamıştı. Her maç oynadıkça özgüvenim de iyiden iyiyearttı. Aslında bu benim için hem iyi hem de kötü bir durumdu. Çünkü forvette tek kalınca, rekabet şansı da kalmadı. Belki öyle olsa ikinci sezonumda daha da çok gol atabilirdim diye düşünüyorum. Tam bu rekabet ortamını Leverkusen'deki üçüncü sezonumda yakaladık derken, bu sefer de Heynckes'in Bayern Münih'e geçmesiyle teknik direktörümüz değişti ve göreve Robin Dutt getirildi. Kendisiyle aynı uyumu yakalayamadım maalesef. Düzenli oynamamaya başlamıştım, oynayıp gol attığım zamanlarda da beni oyundan çıkarıyordu.

Jupp Heynckes'ten konu açılmışken, kendisinin bilinmeyen yönlerini aktarabilir misin bize? Bir programda çalışmayı en unutamadığın teknik direktör olarak onun adını vermiştin. Leverkusen'den ayrıldıktan sonra Bayern'deki son sezonunda 5 kupayı birden kazanmasının sebepleri nelerdi?
Hocanın zamanında iyi bir futbolcu olduğu o kadar belli oluyor ki… Hem futbolu yaşıyor hem de futbolcunun düşündüklerinden ve psikolojisinden çok iyi anlıyor. Tabiî ki her teknik direktörün bir oyun felsefesi, farklı bir çalışma yöntemi ve oyunculara yaklaşma şekli var. Heynckes ile ilgili çok etkilendiğim bir anımı paylaşmak istiyorum… Leverkusen'deki ilk sezonumda 5. haftada deplasmanda Wolfsburg'la karşılaşmıştık. Wolfsburg da geçen sezonun şampiyonuydu. Heynckes, karşılaşmadan önce bu maçı alırsak oyunculara 3 gün izin vereceğini söylemişti. Bunu duyunca daha da hırslandık tabiî. Oyuna çok iyi başladık ve 2-0 öne geçtik. Ben bir asist yapmış ve rakip kaleciyi bir pozisyonda çalımlayarak bana faul yapmasına ve kırmızı kart görmesine sebebiyet vermiştim. Devre arası hocamız bize ''Çok iyi gidiyorsunuz, ancak maçı 11 kişi ile tamamlamamız gerekiyor'' demişti. İkinci yarının başında bir hava topuna çıktım. Hakem, dirseğimi fazla açtığım için sarı kart gösterdi. Birkaç dakika sonra benzer bir pozisyon oldu ve ikinci sarı kartı görerek oyundan atıldım. Maç ise 3-2 bizim üstünlüğümüzle bitti. Fark bire inince soyunma odasında "Umarım benim yüzümden puan kaybetmeyiz" diye düşünüp durmuştum. Maçtan sonra takım soyunma odasına geldi ve Heynckes bana çok sert bir bakış fırlattı. Suratı kıpkırmızıydı. Takımın sportif direktörü Rudi Völler sakinleştirmişti onu. Maçı kazandığımız için herkese 3 gün izin verilmişti baştan dendiği gibi. Ben de trene bindim ve İsviçre'ye, ailemin yanına gittim. Tam geri döneceğim gün, Heynckes aradı beni. "Ailenin yanındaysan bu hafta İsviçre'de kal, maçı televizyondan izle. Maçtan sonra Pazartesi günü idmana bekliyorum" dedi. Hem şaşırdım hem de çok mutlu oldum. Çünkü ailemin yanında daha çok vakit geçirebilecektim. Geri döndüğümde idmanlara daha da hırslı, güçlü, istekli bir şekilde başladım. Cezam bitmişti. Hafta sonundaki maçta yine 11'de şans buldum ve çok başarılı bir performans sergiledim. Heynckes, maçın bitiş düdüğü ile birlikte bana doğru yürüdü. Elimi sıktı ve "Futbol bir şey vermek ve karşılığında bir şey almaktır" dedi. Bu olay beni çok etkilemişti. Hiç tahmin etmediğim halde; antrenmandaki ve o maçtaki performansımla kendisine de demek ki cezalı olmama rağmen verdiği iznin karşılığını verebilmişim. Bunun için de ayrıca mutlu olmuştum. Kendisi bu olayda hocalığını gerçekten göstermişti. Belki İsviçre'den o gün dönsem, performansım daha düşük olabilirdi. Futbol oynadığı dönemde bu tür şeyleri yaşadığı için neyin doğru olup olmadığını çok iyi biliyordu. Bu da beni çok etkilemişti. O yüzden zamanında Heynckes gibi bir hoca ile çalıştığım için çok mutluyum.

Leverkusen'deki üçüncü sezonunun sonunda ayrılma kararı aldığını belirtmiştin. O dönem sana birçok takımdan teklif vardı ve sen Hoffenheim'i tercih ettin. Bu tercihin nedenleri neydi ve buradaki günlerin nasıl geçti?
O dönemde beni kadrosuna katmak isteyen 8 kulüp vardı. Hoffenheim'i tercih etmemin sebebi ise takımın o dönemki teknik direktörü Markus Babbel'di. Kendisi beni sıklıkla arayıp, takımına katmak istediğini söylüyor ve Leverkusen'e de görüşmeye geliyordu. Sisteme dayalı, iyi bir takım kurmak istiyordu ve bu hedeflerini anlatırken beni de ikna etmeye çalışıyordu. Tabiî ki Hoffenheim'in hedefleri, Leverkusen'inkilerden büyük değildi ancak hem Babbel'in beni bu kadar istemesinden hem de "Belki bir adım geri atarım ama sonrasında iki adım ileri giderim" düşüncesiyle Hoffenheim'i tercih ettim. Henüz24 yaşındaydım ve burada daha öne çıkabilecek performansımla bir sıçrama yapabileceğimi düşündüm. Ancak her şey beklediğim gibi olmadı. İyi bir takım oluşturulamadı. Babbel'le de çok uyum yakaladığım söylenemez. Nihayetinde istediğim performansı gösteremedim. Sezonun ikinci yarısında da önemli bir sakatlık yaşamıştım ve ancak 2 ay sonra sezon sonuna doğru sahalara geri dönebilmiştim. Küme düşmekten de son maçta kurtulduk. Ertesi sezon başında ise içlerinde benim de bulunduğum ve takıma geçen sezon dâhil olmuş 6-7 oyuncu yeni teknik direktör Markus Gisdol tarafından ikincitakıma gönderildi. Takımdan ayrılmak istiyordum ancak bu durumdan ötürü tabiî ki bir takıma transfer olmam kolay gözükmüyordu. Leverkusen'in o sezon yine forvet ihtiyacı vardı ve beni de tanıyorlardı. Bundan dolayı, transfer döneminin son günlerinde eski takımıma 1 seneliğine kiralık olarak geri döndüm. Leverkusen'de de o sezon takımın başında, beraber oynama şansı da bulduğum Sami Hyppia vardı. Ancak, o sezon da fazla forma şansı bulamadım ve istediğim performansı sergileyemedim açıkçası. Hocanın oyuncu tercihleri de bundan etkili oldu diyebilirim.

İkinci Leverkusen macerandan sonra yeni adresin Türkiye'ydi ve senin gibi Avrupa futbolunda tanınan birçok yabancıyı kadrosunda barındıran Kasımpaşa oldu…
İki sezon boyunca yaşadığım sıkıntıların ardından, kariyerimde yeni bir başlangıç yapmak istiyordum. Kasımpaşa da hedefleri olan bir kulüptü. Kadroda tanıdığım oyuncular da vardı. Geçen sezon kadroda bulunan Ryan Babel ile Hoffenheim'den takım arkadaşıydım. Tunay Torun'u da yakından tanıyordum. O dönemki teknik direktör Şota Arveladze ile de görüşmelerim oldu. Bana bu yeni başlangıç imkânını sundu kulüp. Ben de kulübü ve takımı takip ettim bu süreçte ve kendimi buraya yakın hissettim. Sonuçta da kulüple birlikte karar verdik ve Kasımpaşa'ya transfer oldum.

Kayak kazasının ardından belki de hayatındaki en ciddi sakatlığı Kasımpaşa'ya transfer olur olmaz yaşadın ve henüz sezon başlamadan diz bağların koptu. Leverkusen'de takım arkadaşlarının başına gelen, bu sefer ne yazık ki senin başına geldi yani. Bu sezon ise görüyoruz ki, sakatlık seni hiç etkilememiş... Bu süreci nasıl atlattın?
Geçen sezon bahsettiğim gibi, kariyerimde yeni bir sayfa açmak için Kasımpaşa'ya transfer olmuştum. Ancak daha oynayamadan ciddi bir sakatlıkla karşı karşıya kaldım. Her işte bir hayır var derler, demek ki kısmet değilmiş. Geçen sezon hedeflediğim şeyleri, bu sezon yapmak nasipmiş demek ki. Gelecek haftalarda daha da iyi olacağım. Sakatlık süresince futbol oynamanın kıymetini daha da iyi anladım. Çok zor bir dönemdi benim için. Bu noktada, kulüp yetkililerinin ve takım doktorlarının tedavi sürecinde bana verdiği her türlü destek de çok önemliydi. Benim en sağlıklı ve en çabuk şekilde sahalara geri dönmemi sağladılar. Bu yüzden onlara da bu vesileyle çok teşekkür etmek isterim. Tabiî ki bu tarz sakatlıklarda insan bazen sıkıntıya düşebiliyor. Eskisi gibi sahalara döneceğim deseniz de tedavi ve güçlenme aşamasında zorlandıkça hep kendinizi sorguluyorsunuz "Eskisi kadar kuvvetli olabilecek miyim, şutlarım aynı oranda ve sertlikte olacak mı?" diye. Ama bu düşünceler aklınıza gelse bile, bu tarz dönemlerde asıl önemli olan bunları hiçe sayarak tamamen pozitif düşünmek. Olumlu düşününce ve sakatlık süresince elindekilerin kıymetini anlayınca, insanın tekrar sahaya çıkabilmesi bile çok anlamlı geliyor. Belki de geçen sezon direkt oynasaydım bu kadar başarılı olamayacaktım, kim bilir. Daha da sağlam bir şekilde geri döndüğümü düşünüyorum o yüzden.

Kariyerinde yeni bir sayfa açmak için geldiğin kulübünde takım olarak hedefleriniz neler? Bu doğrultuda neler yapıyorsunuz?
Takım olarak iyi gidiyoruz, daha da iyi olabiliriz. Bu şekilde devam edersek, ligde fark yaratmaya devam edeceğimizi düşünüyorum. Hocamızla birlikte iyi bir sistem oturttuk takımda. Hedeflerimiz var. Bunlardan biri de Avrupa kupalarında yer almak. Bence hedefi olmayan birey ya da takım başarılı olamaz. Herkesin kendine her zaman bir hedef koyması ve bu uğurda mücadele etmesi gerek.

Kariyerinde şu ana kadar üç ayrı ülkede mücadele ettin. Önce İsviçre, sonra Almanya, şimdi de Türkiye. Bu üç ülke futbolu arasındaki farklılıklar nedir sana göre?
Futbol yönünden değil de, şu açıdan yaklaşmak istiyorum olaya. Türkiye'de maalesef stadyumlar çok boş. Bu kadar futbol potansiyeli olan bir ülkede, stadyumların boş olması üzüntü verici. Diğer oynadığım ülkelerde stadyumlar hemen hemen her maç tamamen doluyordu. Seyirci, oyunda futbolcuyu etkileyebiliyor bazen. Özellikle maçın son dakikalarında verdikleri destekle. Oyun anlayışı haricinde, farklılık olarak bunu belirtmek isterim.

Bir programda attığın en güzel golün Leverkusen'de Wolfsburg'a karşı, yaptığın en güzel asistin de yine aynı takımda Bayern Münih'e karşı olduğunu söylemiştin. İki pozisyonu izlediğimizde de kaleye sırtın dönükken röveşata tarzı hareketlerle bunları gerçekleştirdiğini görüyoruz. Bu sezon da Eskişehirspor'a benzer bir golün var. Bazı oyuncular, fantastik golleri ya da hareketleri, çeşitli çalışmalarına bağlıyor. Örneğin Zlatan İbrahimoviç'in attığı olağanüstü golleri karate bilmesine bağladığı gibi… Senin de bu hareketleri yapabilmende benzer bir örneğin var mı?
Özel bir çalışmam yok aslında. Yetenekle mi alâkalı ya da oyuncunun kafasından geçenle mi alâkalı bilmiyorum ama bazen bazı pozisyonlar olur, bazı oyuncular o pozisyonlarda çok farklı, kimsenin beklemediği hareketler yapar ya da şutlar çeker. Bazısı daha fantastik hareketleri sever, bazısı ise hiç düşünmeden topu bir an önce kaleye yollamayı düşünür. Bu durum fiziksel duruma oranla biraz da düşünceyle alâkalı bence. Örneğin Eskişehirspor maçında attığım röveşata golünde top başka bir oyuncuya gelse, o futbolcu belki de topu başka bir vuruş tekniğiyle gol yapardı. Bu yüzden atılan goller oyuncuların kendi karakteristik özelliklerine ve düşüncelerine bağlı bence.

İdolünün Brezilyalı golcü Ronaldo, günümüzde en çok beğendiğin futbolcununda Portekizli Cristiano Ronaldo olduğunu söylemiştin. Geçen sezon, sakatlıktan döndükten sonra Bursaspor'a attığın bir frikik golü vardı. Vuruş tarzın, Cristiano Ronaldo'nun frikiklerine oldukça benziyordu. İdolün olan ya da beğendiğin oyunculardan kendine bir şeyler kattığını söyleyebilir miyiz?
Tabiî ki. Ben bu bahsettiğiniz oyuncularla büyüdüm zaten, onların maçlarını izledim sürekli. Bazen idmanlardan sonra çeşitli frikik ve şut çalışmaları yapıyorum. Onların çektiği şutları deniyorum bazen de. Bunları becerebildikten sonra da yavaş yavaş maçlarda deniyorum. Belki o tarz şutlardan o oyuncular 10'da 8 ya da 9'unu gol yaparken, ben 10'da 2'sini, 3'ünü sonuca çevirebiliyorum ama bu oranı da daha çok tekrar yaparak yükseltebilirim kendi adıma. Tabiî ki, kıyaslamaya gerek yok. Ancak dediğiniz gibi onları izleyerek kendime bir şeyler katmaya çalışıyorum. Sonuçta, onlar da insan ve bazı şeyleri çok çalışarak yapıyorlar.

Şu ana kadar kariyerinde en çok zorlandığın defans oyuncusu kimdi sana göre?
Bayern Münihli Jerome Boateng. Hem hızlı hem kuvvetli hem de uzun boyundan dolayı hava toplarında oldukça etkili. Gerçekten çok iyi bir defans oyuncusu.

İsviçre A Millî Takımı'yla, EURO 2012'den önce Almanya'ya karşı hat-trick yaptığın ve 5 gol attığınız bir hazırlık maçı var.Üstelik de sen Bundesliga'da oynarken. Rakibin kalesinde şu an Barcelona'da oynayan Ter Stegen vardı ve İsviçre, o karşılaşmada Almanya'yı 1956'dan sonra ilk kez mağlup etmişti. Tarihi bir maçtı kısacası. Hazırlık maçı olsa bile hem Avrupa futbolunda hem de senin kariyerinde büyük yankıları olan o maçı anlatabilir misin biraz bize?
Bu maç, futbolda her şeyin mümkün olduğunu gösteriyor bizlere. O dönem ligler bittikten sonra, biz millî takım olarak diğer millî takımlara oranla 10 gün kadar geç toplanmıştık. Çünkü, EURO 2012'de mücadele edecek takımlar arasında yer almıyorduk. Almanya da turnuvanın favorilerindendi. O maça çıktığımda da kendimi yüzde yüz hazır hissetmiyordum açıkçası. Ancak, o maçta takım olarak her şeyi dört dörtlük yaptık ve istediğimiz zaman yapamayacağımız şey olmadığını gördük. Dolayısıyla, hazırlık maçı olsa bile bu karşılaşma ve benim attığım 3 gol herkesin aklında kaldı.

Futbolseverlerin özellikle de ülkemizin aklında olan bir maç da, senin de İsviçre formasını giydiğin ve A Millî Takımımızın İsviçre'yi ev sahipliği yaptığı EURO 2008'deki grup maçında son dakika golüyle yenmesi ve kupanın dışına itmesi. O maçla ilgili anıların neler?
EURO 2008 Finalleri'nde, turnuvada yer alan en genç oyunculardan biriydim. Henüz 20 yaşındaydım. İsviçre A Millî Takımı'na da bundan yaklaşık 4 ay önce çağrılmıştım ve ilk maçımda da İngiltere'ye deplasmanda bir gol kaydetmiştim. Ancak takımda daha tecrübeli futbolcular olduğu için rotasyon oyuncusuydum. Finallerde Çek Cumhuriyeti ile oynadığımız ilk maçta, Alexander Frei çapraz bağlarından sakatlandı. Türkiye ile oynanan ikinci maçta ise ilk kez ilk 11'de yer aldım Hakan Yakın'la birlikte. Benim için A Millî Takım zaten yeni bir olgu iken, ilk defa hem de Türkiye'ye karşı maça ilk 11'de başlamam son derece enteresan bir durum olmuştu. Zaten İsviçre ev sahibi olmasına karşın, o akşam stadyumdaki seyircilerin tamamına yakını Türk'tü. Değişik bir duyguydu benim için. Maça dönersek; ilk yarı 1-0 öne geçtik, ancak son dakika golüyle 2-1 yenildik ve şansımızı son maça taşıyamadık. Zaten o şampiyonada Türkiye, turnuvaya son dakika golleriyle damga vurdu ve yarı finale kadar yükselip önemli bir başarı yakaladı.

İki sene sonra ise 2010 FIFA Dünya Kupası'ndaki ilk maçınızda İspanya'yı yendiniz. Sen de o maçta ilk 11'deydin. İspanya, o maçta kupadaki tek mağlubiyetini sizden almış ve turnuva sonunda şampiyonluğa ulaşmıştı. Hem de FIFA Dünya Kupası tarihinde ilk maçını kaybettikten sonra kupaya uzanan ilk takım olma unvanını elde etmişti. Dolayısıyla, kariyerindeki bir tarihi maç da oydu sanırım…
Dünya Kupası çok farklı ve çok başka bir atmosfer. Dediğiniz gibi, kupadaki açılış maçımız İspanya ileydi. İspanya, o maçta bize karşı tek kale oynamıştı. Çok zor bir maç oldu bizim için gerçekten. Ama savunmada çok başarılıydık ve hücumda küçük bir fırsat yakaladığımız an, golü atmayı bildik. Bazen, futbolda bu tarz maçların sonuçları böyle olabiliyor. Ancak, o karşılaşmadan sonraki grup maçımızda Şili'ye mağlup olduk. Ardından da Honduras ile berabere kaldık ve ilk maçta İspanya'yı yenmemize rağmen, gruptan çıkamadık. Ancak, genel anlamda bir futbolcu olarak Dünya Kupası heyecanını yaşamanın bambaşka bir şey olduğunu söyleyebilirim. Her şeyden öte, tüm dünyanın odağında siz oluyorsunuz. O yüzden bu şampiyona benim de kariyerimdeki en önemli turnuvalardan biriydi.

Son 10 yıldır İsviçre A Millî Takımı, EURO 2012 hariç tüm katıldığı turnuvaların final etaplarında yer almayı başarıyor. Genç millî takımlar seviyesinde de dönem dönem iyi sonuçlar alabiliyor. Yine aynı süreçte, takımda senin gibi yabancı kökenli oyuncuların da arttığını görüyoruz. Sana göre, bu istikrarın altında takımda birçok farklı ulus kökenli oyuncuların çoğunluğu oluşturması mı yatıyor?
Zaten İsviçre A Millî Takımı'na baktığınızda aslen İsviçreli olan sadece 3-4 oyuncu olduğunu görürsünüz. Benim gibi Türk kökenli ya da Arnavut veya Afrika kökenli oyuncular bulunuyor takımda. İsviçre çok kozmopolit bir ülke. Farklı kökenli insanlar yaşıyor orada. Bu da doğal olarak futbola ve millî takıma da yansıyor. Ancak dediğiniz gibi son dönemlerde yabancı kökenli oyuncuların sayısı iyice arttı. Önceki dönemlerde Frei, Streller, Huggel, Züberbühler, Müller gibi İsviçreli oyuncular vardı. Farklı kökenlerden oyuncuların artmasının takıma bir çeşitlilik ve daha farklı bir kalite getirdiğini, bunun da sonuçlara olumlu yansıdığını söyleyebilirim.

EURO 2016'da mücadele edecek İsviçre, 2. Torba'dan katıldığı kura sonunda ev sahibi Fransa, Romanya ve Arnavutluk ile aynı gruba düştü. Rakiplerinizi ve turnuva hedefinizi nasıl değerlendiriyorsun?
Benim hiç beklemediğim rakiplerle oynayacağız açık söylemek gerekirse. Bizim takımda Arnavut kökenli yaklaşık 7-8 oyuncu var. O yüzden Arnavutluk ile aynı gruba düşmek, bizim takımdaki Arnavut kökenli oyuncuların pek istediği bir şey değildi aslında. Ama genel anlamda bakınca, üst tura yükselebileceğimiz bir gruba düştük diyebilirim. Ev sahibi Fransa, hiç şüphe yok ki grubun favorisi. Bizim de Romanya ve Arnavutluk'la aramızda bir çekişme olacak. İyi performans gösterip bir üst tura yükseleceğimize inanıyorum. Çok iyi bir takıma sahibiz. Avrupa Şampiyonası gibi üst düzey turnuvalarda, rakip kim olursa olsun en iyi performansı ortaya koymadan üst turlara çıkmak neredeyse imkânsız. Bu tarz turnuvalarda, millî takım oyuncularının takımlarında da düzenli oynaması ve başarılı olması, millî takımın iyi performans göstermesi için son derece önemli. Ben de kendi adıma; turnuvaya katılmak, orada oynayabildiğim kadar oynamak ve başarılı olmak istiyorum.

A Millî Takımımızı nasıl buluyorsun ve EURO 2016'da neler yapabileceğini düşünüyorsun?
Türkiye çok iyi oyunculara sahip bir takım. Elemelere kötü başladılar ama sonra toparlandılar. İsviçre de aslında aynı şekilde, kötü başlayıp sonra performansını arttırarak elemelerden finallere yükseldi. Ben, şahsen Türkiye'yi takım olarak çok beğeniyorum. Bazen Türk yapısından da kaynaklanan bir özellikten dolayı, grup maçlarına daha rahat başlıyor ve puan kaybedebiliyorlar ama son müsabakalarda, yani iş sona kaldı mı da çok iyi bir şekilde kenetlenip birlik oluyorlar ve başarıya ulaşıyorlar. Stres dolu maçlarda da iyi sonuçlar almak çok önemli. Karakter göstermeden olabilecek şeyler değil bunlar ve Türkiye'de de bu var. Bu özelliğin, finallerde de Türkiye'nin kritik maçlarında etkili olacağını düşünüyorum.
Kaynak: cha