Ortadoğu kaynıyor. Gerçi artık ortası, doğusu, batısı falan kalmadı, dünya kaynıyor. Politikacılar ve politikacıların uygulamalarından nemalananlar dışında genelde tüm dünya sakinleri bu duruma veryansın ediyor. Ancak, işin gerçeği şu ki, şikayetçi olmak masum olmak anlamına gelmiyor ve kimse kabul etmek istemese de çocuklar hariç herkes dünyadaki bu kaosa katkıda bulunuyor, çünkü kirlilik virüsü hepimizin kanında dolaşıyor.

Sosyal medya ortamları bu gerçeğin alenen görülebileceği en bariz yerler. İnsanlar, bu ortamlarda bir yanda olan biteni lanetleyip politikacıların yarattığı ayrımcılığı eleştirirken, diğer yanda kendi içlerindeki kargaşayı ve karanlığı görmeden listelerine ekledikleri “arkadaş”larıyla didişiyor, dikenli sözcüklerle ona buna saldırıyorlar. Egolarına ters gelen en ufak bir söz, görüntü veya paylaşım onları tetikleyiveriyor. Kimi, kiminin giysisine, bir diğeri öbürünün yediğine, içtiğine takılıyor. Renklerde ve zevklerde anlaşamayanlar zıtlaşıp duruyor, siyasi görüşü uymayanlar hepten kedi köpek gibi oluyor. Kankalar birbirlerinin her dediğini “beğen”ip alkışlarken, herhangi bir nedenle yıldızı tutmayanlar ağız dalaşına giriyor. Bu ortamlarda yargılama  eğilimi o denli yüksek ki, insanlar adeta dillerine dolayacak bir şeyler bulmak için aportta bekliyor, gerçek yaşamda akıtamadıkları tüm cerahatlerini ekran başında boşaltıyor, bu sayede rahatlıyorlar. Kısacası, dünyada oynanan oyunun aynı buralarda da oynanıyor; aynı pislik, aynı hizipleşmeler, aynı hoşgörüsüzlük buralarda da devam ediyor, sadece tüm bunlar sözümona arkadaşlık çerçevesinde yaşandığından ve daha da önemlisi maddi menfaat devre dışı olduğundan çiçekli böcekli bir biçimde sergilenip, biraz daha yumuşak bir üslupla dile getiriliyor … Velhasıl, sanal alem  dünyanın içler acısı halini pek güzel yansıtıyor.

 

Şayet Dünya’yı başka bir gezegenden izleyen gelişmiş varlıklar varsa eminim insanoğlunun geri zekalı olduğunu düşünüyorlardır. Öyleki, yaşadığı yere bu kadar zarar veren, aptalca hırsları yüzünden kendi ırkına eziyet eden, soluduğu havayı, bastığı toprağı zehirleyen, doğayı tüketen, savaşmaktan bir türlü vazgeçemeyen, geçmişteki hiçbir olaydan ders alamayan bu salak tür onları şaşkınlığa düşürüyordur.

 

Günümüzün fikir adamlarından biri şu sözleriyle durumu çok güzel özetliyor:

 

“Kolektif insan bilincindeki bozukluk tarihin çok eski çağlarına kadar uzanmaktadır. Aslında insanlık tarihi, bir delilik tarihi olarak da adlandırılabilir. Eğer bu tarih tek bir insanın geçmişi gibi klinik bir vaka olarak incelenebilseydi, teşhis muhtemelen şöyle olurdu: Kronik paranoid hayaller, patalojik cinayet eğilimi, aşırı şiddet eylemleri ve bilinçaltının kendini dışavurumunun bir ifadesi olarak ortaya çıkan zalimlik. En kısa tanımıyla, tehlikeli deli!”

 

Kendi deliliğimize kabul vermeden ve kendimizi değiştirmeden dünyanın değişmesini beklemek büyük bir yanılgı. Kibrimiz anlamamıza engel olsa da her birimiz öfke içinde ateş püskürdüğümüz tüm kişilerle aynı virüsü taşıyoruz. Tek fark, bu hastalığı kimimiz hafif, kimimiz ise daha ağır geçiriyoruz, ama sonuçta hepimiz birbirimize ve dünyamıza zarar veriyoruz.

 

Bilgisayarlarımızın, laptoplarımızın başından kalkıp şöyle bir dışarıya çıkmakta, gökyüzüne yükselmekte ve bulutların üzerinden aşağıya, yaşadığımız yere bakmakta fayda var. Bu sayede yıllar önce Yuri Gagarin’in uzaydan dünyaya baktığında hissettiklerine benzer bir şeyler hissedebiliriz belki:

 

“Ne Rusya’yı ne Çin’i ne de başka bir ülkeyi aradı gözlerim. Ağzımdan şu sözcükler döküldü sadece: ‘Ah benim güzel Dünyam !’”